
Sırf yalamak için yazılan tırışkadan nağmeler…

Sırf yalamak için yazılan tırışkadan nağmeler…
Burak Fazıl Çabuk
burfaz@gmail.com
“Herkes edebiyata şiirle başlar, şiir yazmak kolaydır, bu memlekette de herkes şairdir zaten. Asıl roman yazmak en kolayıdır, yazdıkça yazarsın, atar tutarsın, uzattıkça uzatırsın; sonra öykü yazmak gelir, üç sayfa yeter ama en zoru şiir. Kimse bilmez de anlamaz da zaten. Önemi yok, yazan yazsın…” diye konuştu Kültür Bey, kahvesini yudumlarken…
Karşısında, yanında yöresinde yani masasında kimsecikler yoktu, yalnızdı her zamanki gibi. Yan masalarda oturanlar, diğer yan masalarda konuşanlar ve öte uzak masalarda da cep telefonlarıyla hipnotize olanlar vardı. Kartondan bir kahve bardağına bakarak kendi kendine söyleniyordu. Münzevi bir masada, meczup bir şarapçı gibiydi ama Viyana kapılarını zorlayacak kadar da gergin, hazır, zinde ve şuurluydu.
Kendi kendine söyleniyordu demiştik, herhalde dergide gördüğü bir şiir aklını, beynini, sinirlerini altüst etmişti; zor hayatın zor yollarında yürümenin verdiği bacak ağrısı da eklenince altüst olan diğer tarafı da tüm benliği ve de tüm bedeni idi. İçinden çeşitli tonda küfürler ederken adamın şiirine taktı kafayı. “Ne yazdıydı bu ya?” diye bir hatırlamaya çalıştı. Bilmem ki nasılım diye giriş yaptığı şiirinde, sivri sivri dağlar görüp de onlara ulaşamadığı için serzenişte bulunan bir yarım akıl, bunda da bir hikmet var diyor ama farkında değil o sivri dağlar arkadan girecek sağlam sağlam… Sırf yalamak için yazıldığı belli olan tırışkadan nağmeler… Çok gördük böylelerini, şiiri sinsi emellerine alet edenler bitmez dedi sessiz sessiz…
“İlla söylettirecekler yahu!” diye sesini yükseltince de mekân canlandı ister istemez. Sandalyeler yerinden oynamaya başladı; masalar kıpırdadı; insanlar ayağa kalktı; kahve bardakları, çay tabakları, bir kısım çatallar fırladı sağ sola, camlar patladı… Çok ama çok şaşkındı Kültür Bey, inanamıyordu. İlk defa sözleri toplumsal bir tepkiye yol açmıştı, insanlar artık kendisi gibi yaşananlara dayanamadı ve isyan bayrağını çektik diye düşündü… Gerçekler ortaya çıkacak ve “Herkes şiir yazamaz!” diye hep beraber bağırıp sloganlar atacaklardı artık. Çok heyecanlıydı çünkü kendisinin söylediği bir cümlenin ünlemi ünlemlerle karşılık bulmuştu…
Ne?
Nasıl?
Fossss!
Yok, olamaz!
Zira önce genç kızlar, ardından da genç erkekler saç baş kafa göz birbirlerine girmişlerdi… Young adult tayfası Miami Vice modunda uçuşa geçmişti. Hem de binlerce yıllık hazine barındıran, tarihin beşiği, kültürlerin bel kemiği, stratejik olarak dünyanın merkezinde yer alan şu güzelim Anadolu topraklarında… Çünkü yaşananlar dünya başkenti İstanbul’un Anadolu yakasında zuhur etmekteydi…
“Yahu biz ne düşünüyoruz, bunlar ne yapıyor? Biz neyin derdindeyiz, bunlar neyin peşinde?” diye hayıflandı yeniden oturduğu yerinde. Yeri rahattı, münzevi bir köşeydi, ona bulaşmıyorlardı harp edenler… İzliyordu… Sosyal kültür, sosyalleşme, sosyal medya, içtimai unsurlar ve modernleşme olguları beyninde grafikler çizerken, medenileşme hayalleri ve ileri medeniyetler seviyesine ulaşma ideali ayaklar altında yine ezilmekteydi…
Agamemnon’un Truva’yı işgali Helen için değildi, o ağaydı çünkü hep ağa memnun olacaktı bu dünyada, ganimet ve toprak için kürek çekmişti gemileri. Priam ise oğlu Paris’in uçkur derdi yüzünden memleketini kaybetmişti. Bizim topraklarımızdaki Truva diyarı, yüksek bir kültür, olgun bir tesis, alçak emellerle yıkılmış, kimseyi satmayan Hector abimiz ise can vermişti. Aynı filmini çektikleri gibi miydi bilemeyiz ama öyle oldu dediler bize de. Biz de inandık her zamanki gibi. Helen ablamız nelere sebep olduğunu anladığında da çoktan bitmişti her şey.
İsmet Özel konuşsun, ben yokum, dedi…
O mekânda da vardı birkaç Helen, birkaç Hector ve birkaç Agamemnon (ağa memnun) dublör. Aşil’e benzeyen kardeşimiz sandalyeyi çok hızlı fırlatınca ablalardan birine denk geldi ve orada bir zarafet baygınlık geçirdi. Uzaktan baksan ne kadar da zarif bir genç hanımefendi diyeceğin o gencecik kızcağıza çok yazık olmuştu. Hector’a benzeyen kardeşimizin hedefinde Aşil’in topukları vardı, kırdı sandalyenin ayağını ve hedefine vur ha vurdu ama adamın Made in USA ayakkabısı geçit vermedi… Made in Turkey ayakkabılılar Made in China ile iş birliğine girerken, Made in EU daha dengeli bir kültürel savaş politikası izliyordu. Ortalık darmadağın oldu, yerde yatanlar, yardım isteyenler, ortamı sakinleştirmeye çalışanlar, ağlayan kafe sahibi, kavgaya istemeden dahil olan garsonlar, baristalar, aşçılar, meraklılar, yancılar…
“İğrenç!” dedi Kültür Bey. Şiir kültüründen konuşurken, kavga kültürüne geçiş de neydi?.. Nasıl bu hale gelmiştik. Geleceğimizi emanet edeceğimiz, Atatürk’ün hitap ettiği bir nesil ellerimizden kayıp gidiyordu… “Yan baktın!” ya da “Ne bakıyorsun?” diye başlayan bir kavga geçmişin ulu rivayetlerini anlamsız kılarken, geleceğin âli ideallerini de silip süpürmüştü. Ahlak, saygı, sevgi, kültür vesaire ne varsa yok mu olmuştu? Her gün ana haber bültenleri üçüncü sayfa haberlerinden geçilmezken, kavga ve dövüş haberleri prim yaparken, insanlar ve hayvanlar birbirlerine saldırırken nereye gidecektik? En iyisi biz geleceğe değil de taş devri dönemlerine gerisin geri yol alalım çünkü gidişat hiç de iyi değil maalesef…
Söylendi Kültür Bey, artık virane olmuş o mekândan çıkarken… Truva’nın yaşlı kralı Priam gibiydi, prim yapan popüler kültür ve ahlakı gördükçe içi kan ağlıyordu. Truva’nın intikamını tekrar alacak olan yeni bir Fatih Sultan Mehmed bekliyordu artık.
Şiir de yazmayacağım, şiir de okumayacağım artık diyerek küstü şiire…
İsmet Özel konuşsun, ben yokum, dedi…
Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir
yukardan bakarım efendilerin pusatlarına
insanların bütün sabahlarını merak ederim
gök hırpalanmaktadır merakımdan
ıtır kokan benim yumruklarımdır
benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.